Death Is The Only Ending For The Villain - Bölüm 14
~Death Is The Only Ending For A Villainess ~
14.Bölüm
Sıfırlama tuşu yok! Bayılacakmışım gibi hissettim. Nereye bakarsam bakayım, bir sıfırlama tuşunu bulamadım. Bu sırada Veliaht Prens kılıcını kaldırmış, beni yere sermeye hazırlanıyordu.
“B-bekleyin!” Panik içinde bağırdım. Veliaht Prens başını eğdi.
“Görünüşe göre konuşabiliyorsun!” dedi alaycı bir şekilde. Hemen başımı salladım. Kılıcı bir kez daha boynuma dayadı.
“Devam et.” Dedi.
“Şey…” Zihnim karardı. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Söyleyecek bir şeyim olacağını hiç planlamamıştım. Sıfırlama tuşunun ortaya çıkacağını düşünmüştüm. Ama çıkmadı. Madem başından beri yoktu, o zaman hayatta kalmak için elimden gelen her şeyi yapmam gerekiyordu.
Seçenekleri açsa mıydım? Bu düşünce kısa süreliğine aklımdan geçti. Ancak verilen üç seçenekten hiçbirinin beni kurtaracağının garantisi yoktu. Sadece seçenekleri kapatarak o zamana kadar hayatta kalabilirdim.
“Kafanın içinde dönen dişlileri buradan duyabiliyorum, bir şeyler bulmaya çalışıyorsun.” Prens soğuk bir şekilde sırıttı. “Söyleyeceğin şeyi duymak için sabırsızlanıyorum” diye devam etti.
“İkna edici bir bahane olması gerekecek, genç bayan.” İlgi çubuğu başının üzerinde tehlikeli bir şekilde parıldadı. “Bir şeyin ortasındayken araya girilmesinden gerçekten nefret ediyorum.” Diye mırıldandı ve kılıcı tenime bastırdı; sıcak kan boynumdan aşağı aktı. O anda hissettiğim tek şey ölüm korkusu ve acıydı. Düşünmeyi tamamen bıraktım.
“Ben… Ben sizden hoşlanıyorum!” Düşünmeden böyle aptalca kelimeler ağzımdan döküldü.
“Ne?” Kıpkırmızı gözleri kocaman oldu. Ben de benimkileri sıkıca kapattım.
“Sizden uzun zamandır hoşlanıyorum.” Ağzım kontrolümden çıkmış gibi hissediyordum. “Az önceki olaydan dolayı moralinizin bozuk olabileceğini düşünüp sizi rahatlatmak için buraya kadar takip ettim!” Bunun gibi tamamen aptalca diyaloglar normal ya da zor modda asla ortaya çıkmazdı. Normal modda kadın kahramanın Veliaht Prensi teselli ettiği doğruydu ancak bu sadece, onun kişiliğinin bu acımasız tarafına hiç tanık olmadığı için mümkündü.
Kahretsin. Neden söyleyecek daha iyi bir şey bulamadım? Yine de söylenecek çok da kötü bir şey değildi. Düşünecek olursanız, asil bir hanımefendinin bir erkeği böyle tenha bir labirente kadar takip etmesinin gerçekten tek bir nedeni vardı. En azından ‘normal’ koşullar altında ‘normal’ bir kadın ve ‘normal’ bir erkek için tek bir neden vardı.
Hoşça kal manyak oyun! Ölüp eve döndüğümde bu saçma oyuna 1 yıldız vereceğim. Gözlerimi kapalı tuttum ve titredim, zihinsel olarak her an geleceğini bildiğim acıya hazırlandım. Sonsuz bir sessizlik gibi geldi ama havayı kesen kılıcın sesi hiç gelmedi.
“Dükalık ailesinin kafayı yemiş köpeği kraliyet ailesinin manyak pisliğine mi aşık?” Veliaht prensin alçak sesle mırıldandığını duyunca gözlerimi dikkatle açtım. Gece esintisi burnumun direğini gıdıkladı.
“Bu…”
“Ne beklenmedik bir bahane!” Prens sözümü kesti. Kan kırmızısı gözleri benimkilerin önündeydi. Bana baktı, yüzü ilgiyle doluydu. Nefesimi tuttum ama ne kadar süre tuttuğumdan emin değildim.
“Doğru düzgün tanışmamış olsak da mı? Muhtemelen beni ilk kez eve dönüş şölenimdeki kalabalığın arasında gördün.” Dedi. Aslında ben de onu orada görmemiştim. Penelope’nin bedenine ancak o ziyafetten sonra reankarne olmuştum. Gerçek şu ki onu ilk kez bugün görmüştüm, onu düzeltmeyi falan düşünmüyordum.
“İlk görüşte aşktı.” Dedim, bedenim ve kelimelerim gergindi.
“Peki sen benim hangi yanımı beğendin?”
“Şey… bu, şey…” Ne söyleyeceğimden emin değildim. Ne söyleyebilirdim ki? Nasıl bir şey söyleyebilirdim? Daha birkaç gün önce onunla bir ilişkiye girme düşüncesi bile beni öfkelendiriyor, adının üzerine bir X işareti çiziyordum. Sabrı tükenmeden önce hemen bir neden bulmalıydım.
“Yakışıklı bir yüzün var.”
“Tek çekiciliğimin yüzüm olduğunu düşünmek mi? Çok sıkıcısın!” Benimle alay etti.
“… Ve cesaretin. Kılıcını çok iyi kullanıyorsun.” Diyerek ekledim.
“Bunların hepsi çok sıradan. Daha ilginç bir şeyin yok mu? Daha özgün?
“Bu… şey…” Tüm bu sorulardan ve uygun cevapları bulma stresinden başımın dönüyordu, bayılacağımı hissettim. Bacaklarım titriyordu ve her an yere yığılacağımdan korkuyordum. Boynuma dayanan kılıcın soğuk ve keskin hissi beni sürekli korku içinde tutuyordu.
“Ah…” Veliaht prensin sırıtışı, gözyaşlarımı tutma çabalarımı izledikçe daha da büyüdü.
Ne düşünüyordum ki? Aklımı tamamen yitirmiştim. Bu korkunç canavarın ellerinde ölmeye çalışırken ne düşünüyordum? Tam daha fazla dayanamayacağımı, geriye düşüp bayılacağımı hissettiğim anda kılıcını çekti. Şaşkınlıkla ona baktım.
“Tatmin olmadım ama bu seferlik kurtuldun.” Prens konuştu, sesi heyecan doluydu, gözleri parlıyordu. “Ancak bir dahaki karşılaşmamızda bana nasıl ve neden aşık olduğuna dair ayrıntılı bir açıklama yapsan iyi olur.” Aptal gibi başımı salladım.
“Artık gidebilirsin.” Kılıcını kınına sokarken bu son sözleri söyledi. Parlak altın saçlarının üzerindeki ilgi göstergesi parlamaya başladı.
[İlgi %2]
Şaşkınlıkla bakakaldım. Mutlu değildim ya da rahatlamamıştım. Bu çok ama çok saçmaydı.
“Neden öyle bakıyorsun? Boynunla yine kırmızı çizgi çizmece mi oynamak istiyorsun?” Dedi. Başparmağını boynuna doğru uzattı ve kesme hareketi yaptı.
“H-hayır!” Olduğum yerde sıçradım ve gitmek için döndüm. O sırada kraliyet ailesinin bir üyesine görgü kurallarının gerektirdiği şekilde veda etmeyi bile düşünmemiştim. Kendimi salak gibi kaçmaktan alıkoymak için tek yapabildiğim buydu. Olabildiğince hızlı yürüdüm. Labirentin ilk dönemecinden sonra, Veliaht Prensin ölümcül bakışlarını artık sırtımda hissetmediğimde, deli gibi koşmaya başladım. Koşarken soğuk hava boynuma batıyordu ama acıyı hissedemeyecek kadar paniklemiştim.
Sıfırlama tuşu yok! Veliaht Prens boynumu kesmek üzereyken ortaya çıkması gerekirdi ama çıkmadı. Beni en çok korkutan da bu basit gerçekti; güvendiğim sigorta diye bir şey yoktu.
Ya öldüğümde gerçekten sonum geliyorsa? Ya kendi dünyama geri dönmeyip gerçekten ölürsem? Bu, planladığım gibi ölemeyip geri dönemeyeceğim anlamına geliyordu. Ben sadece normal bir üniversite öğrencisiydim. Hayatımı tehdit eden bu tür durumlarla uğraşmaya devam edecek cesaretim yoktu. Benim için geriye kalan tek seçenek bu tehlikelerle yüzleşmek ve erkek hedeflerden biriyle sona ulaşmaktı. ‘Ama nasıl?’ Diye düşündüm. En küçük bir hata yaptığım anda bile beni öldürmeye çalışan bu karakterlerden herhangi birine nasıl dayanabilir ve sona ulaşabilirdim? Tüm erkek karakterlerin ilgisinin artmış olması beni hiç cesaretlendirmemişti. Ne kadar yükseltmeye çalışırsam çalışayım, onların ilgisi tek bir kötü kararla tekmelenmiş kumdan bir kale gibi her zaman yerle bir olacaktı.
Ya onların ilgisini yükseltmek için bir yerlerimi yırtmama rağmen oyundaki gibi tek bir hatayla sıfıra düşerse? Bu düşünce beni rahatsız etti. Cevap belliydi: Yani ölüm. Ama ben ölmek istemiyordum.
Neden öleyim ki? Kan bağım olan kardeşlerimden kaçmak için hayatımı riske atarak zaten bir kez hayatta kalmıştım.
Hiç tanımadığım bu psikopat heriflerin gözüne girmeyi başaramazsam neden bu saçma ve manyak evrende ölmek zorunda kalayım?
“Hnn… mm.” Küçük çığlıklar ve iç çekmeler istemsizce geldi ve gözlerimden yaşlar döküldü. Koştum ve labirent bahçesinin girişine kadar ışıkları takip ettim. Dışarı çıkmam içeri girmemden daha hızlı oldu. Bahçeden çıkmama sadece birkaç adım kalmıştı.
“Ah!” Birine çarptım. Karanlıkta onu göremiyordum. Daha önceki olaylardan dolayı zaten sarsılmıştım ve Veliaht Prensin peşimden gelmiş olabileceği düşüncesiyle içimi büyük bir korkunun kapladığını hissettim. Tam koşmaya başlayacaktım ki o kişi bileğimi yakaladı.
“Bırak beni!” Hayatımdan endişe ederek çığlık attım. “Bırak beni!”
“Leydim?”
“Neden ölmek zorundayım? Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!” Beni yakalayan ele karşı mücadele ettim.
“Leydim! Leydim!” Beni yakalayan kişi omuzlarımı sıkıca kavradı ve beni kendime getirdi.
“İyi misiniz?” Başımı kaldırıp baktığımda, ay ışığında parlayan gümüş saçların çerçevelediği lacivert gözlerin şaşkınlıkla açıldığını gördüm. Sonra başının üzerindeki parıltıyı [İlgi %0] fark ettim.
“Ahh, haa…” Çığlıklarımı bastıramıyordum.
“Şşş… sakin olun. Size zarar vermeyeceğim.” Nazik ve hoş bir sesle konuştu.
Yine ana karakterlerden biri mi? Kaskatı kesildim. Kime çarptığımı fark ettiğimde umutsuzluk üzerime çöktü: Vinter Belldandy. Büyücü ve markiydi.
“Ben… Ben şimdi iyiyim.” Canımı almaya gelenin Veliaht Prens olmadığını anlayınca çabucak sakinleştim. Elimi gözlerime götürüp titreyerek gözyaşlarımı sildim. Eve gitmek istiyordum. Burada, bu dünyada bir saniye bile kalmak istemiyordum. Zihinsel olarak o kadar bitkin düşmüştüm ki Vinter ve onun %0’lık ilgisiyle yüzleşecek gücüm de yoktu.
“Daha önce hiç tanımadığım bir insanın başına bela açtım. Lütfen şu anda yaşananları unutun.” Yüzümü kabaca sildikten sonra kelimeleri hızla söyledim. Selam verip yanından geçmeye çalıştım ama beni yine durdurdu.
“Çok kanamanız var.” Boynumu işaret ederek söyledi. “Ayrıca oldukça solgun görünüyorsunuz. Sizi doktora götüreyim.
“Hayır, sorun değil. Hemen dönmem lazım.”
“O zaman en azından bunu alın.” Vinter’la uğraşmak istemesem de buna izin vermedi. Göğüs cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı.
“Bunu yaranın üzerine koyup bastırın. Kanamayı durduracaktır.” Beyaz bir mendildi. Kabul etmeden önce bir an ona baktım. Böyle kanlar içinde balo salonuna geri dönecek değildim ya. Bir kez daha eğildim.
“Teşekkür ederim. İyiliğinizin karşılığını vereceğimden emin olabilirsiniz.” Dedim.
“Buna hiç gerek yok.” Elini uzattı. O kadar yakındı ki, yanağıma hafifçe dokunduğunda sıcaklığını belli belirsiz hissedebiliyordum. “Bunun yerine, o güzel gözlerinizdeki hüznün bir sonraki karşılaşmamızda yok olmasını diliyorum.”
[İlgi %9]
Kafasının üzerinde parlayan harflere o kadar şaşırmıştım ki yüz ifadesine bakmak aklıma gelmedi.