Death Is The Only Ending For The Villain - Bölüm 15
~Death Is The Only Ending For A Villainess ~
15.Bölüm
Balo salonunun kapısına vardığımda kanamam durmuştu ama mendili boynuma bastırmaya devam ettim. Vinter’ın kanamayı yavaşlatmak için gizlice büyü yaptığından şüpheleniyordum. Ne de olsa o bir büyücüydü. İçeri girmeden önce balo salonunun kapısında durakladım ve görünüşümü kontrol ettiğimde irkildim.
Bugün böyle koyu renk bir elbise giymenin ne kadar yardımcı olabileceğini fark etmemiştim. Koyu renk kumaş sayesinde neredeyse hiç görünmeyen kan lekelerine bakarken düşündüm. Saçımı düzelttim ve içeri girdim. Derrick’i bulmam gerekiyordu. Kolaydı; soğuk havasıyla Bay Erkek Hedefi etrafı insan çevriliyken bile fark etmek kolaydı.
Bana sessiz kalmamı ve kargaşa çıkarmamamı söylemişti… Boynumu görürse çok kızar. İlk geldiğimizde Derrick’in bana verdiği uyarı hakkında endişelenmekle o kadar meşguldüm ki etrafımdaki herkesin bana baktığını fark etmedim. Elbisemin düzgün olmasının iyi olduğum anlamına gelmediğini fark etmemiştim.
“…Ağabey.” Derrick’e sessizce seslendim. Fısıltıyla da olsa kalabalığın içinden gelen bu sessiz çağrıyı duydu ve dönüp bana baktı.
“Sanırım artık gideceğim. Kendimi pek iyi hissetmiyorum.” Derrick’in mavi gözleri bayılmak üzere olan ve boynuna kanlı bir mendil tutmuş olan solgun kız kardeşini gördüğünde şokla irileşti.
“Gidiyorum… hemen şimdi.” Her şey karanlığa gömüldü.
Bayılmadan önce gördüğüm son şey Derrick’in bana doğru koştuğu ve yüzünün soluk olduğuydu. Tekrar kendime geldiğimde evimde, yatağımdaydım. Yatak odama nasıl geldiğim de dahil olmak üzere baloda bayıldıktan sonra olan hiçbir şeyi hatırlamıyordum.
“Leydim!”
“Çabuk! Çabuk bir doktor getirin!”
Koşuşturan ayak seslerini ve acil bağırışları belli belirsiz duyabiliyordum. Boynumdaki küçük bir kesik yüzünden muhtemelen günlerdir yatakta yatıyor olduğumu düşünmek beni güldürüyordu. Sanki o ana kadar hayatta kalmaya çalışırken görmezden geldiğim tüm stres, sonunda durma fırsatı bulduğumda bir anda patlamıştı. Sandığımdan çok daha fazla bitkin düşmüştüm.
O günlerde pek çok rüya gördüm. Penelope’ye dönüştüğüm için onun geçmişiyle ilgili rüyalar görmeyi beklerdim ama hepsi kendi geçmişimle ilgili rüyalardı. Zengin çocuklar lisesine yeni gittiğim zamanlarla ilgili bir rüya gördüm. Ders bittikten sonra eşyalarımı topluyordum ki biri omzuma dokundu.
“Hey. Ağabeyin seni arıyor. Onunla spor salonunun deposunda buluşmanı istiyor.” Arayan, aslında tüm okulu kontrol eden iki numaralı pisliğe yakın olan çocuklardan biriydi. İki numaralı pisliğin okuldaki zorbalık olaylarına karıştığını biliyordum fakat o kadar da ciddi değildi. Bu yüzden fazla düşünmeden depo odasına gittim.
“Ağabey?” Kapıyı sessizce açtım ardından dikkatlice depo odasına girdim. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordum.
“N-ne? Ahh!” Kafama plastik torba gibi bir şey geçirildi. Deponun derinliklerine atıldım ve feci şekilde dövüldüm. Orada en az on kişi beni tekmeliyor ve üzerime basıyordu. Şaşkına dönmüştüm. Tek yapabildiğim çığlık atmak ve taciz karşısında sinmekti.
“Vay canına! Resmen rahatladım. Bu dilenci olayı da nereden çıktı? Daha alt tabakadaki insanlar bizimle aynı okula gitmeyi hak etmiyor.
“Baksana, ama ağabeyi öğrenirse başımız büyük belaya girmez mi?”
“Endişelenme. Ağabeyi ondan nefret ediyor. Babamla bir toplantıya gitmiştik ve kızın adı geçtiğinde kardeşler basbayağı iğrenmişlerdi.”
Beni hırpalarlarken sırıttıklarını, kalan enerjimle kendime gelmeye çalışırken beni küçümseyerek izlediklerini plastik torbanın içinden görebiliyordum. Sözleri dayaklarından çok daha fazla acıtıyordu.
“Hey, şu andan itibaren yolumuza çıkmadığından emin ol. Ayrıca sakın bugün hakkında tek kelime etme.”
Bununla birlikte depodan çıktılar. Ayak sesleri kaybolduktan sonra en az bir saat boyunca hiç kıpırdamadan yerde öylece yattım. O kadar çok acı çekiyordum ki hareket edemiyordum. Sonunda zar zor da olsa tekrar ayağa kalkabildim. Plastik torbayı kafamdan çözdüm. Çantam ve üniformam mahvolmuştu. En yakın tuvalete gidip üniformamdaki ayak izlerini silmeye başladığımda aynaya baktım ve endişelenmem gereken şeyin üniforma olmadığını fark ettim. Yüzüme yakından baktım. Gözlerimin etrafında mor çürükler oluşmuştu. Sadece vücudumu değil, yüzümü de tekmelemişlerdi.
Dudaklarımdan alaycı bir kahkaha kaçtı, görüntüm bile “dövüldüm” diyor gibiydi. İçeri girmektense ölmeyi tercih edecek kadar nefret ettiğim o cehennem gibi eve geri döndüm. Ama o evden başka gidebileceğim hiçbir yer yoktu. Eve girdiğimde babamı ve iki üvey kardeşimi oturma odasında bir şeyler atıştırırken bulma talihsizliğini yaşadım.
“Ben geldim.” Diye bağırdım. Onlara katılabilecek biri olmadığım için hızlıca eğilerek selam verdim ve merdivenlere doğru ilerledim.
“Bekle. Orada dur.” İki numaralı pislik seslendi. Kötü günüm daha da kötüye gidiyordu. Genelde geri dönüp dönmemem umurlarında olmazdı.
“Hey! Sana durmanı söyledim.” Onu görmezden geldim ve yürümeye devam ettim. İki numaralı pislik ayağa kalkıp bana bana doğru koştu. Merdivenlere varamadan beni bileğimden yakaladı.
“Hey, bütün bunlar da ne? Neden böyle görünüyorsun?” diye sordu.
“Bir şey yok. Düştüm.” Büyüyen morluğu gizlemek için saçlarımı gözümün üzerinden geçirmeye çalışarak başımı salladım.
“Hey, bana bak. Dayak mı yedin?!”
“Hayır. Dediğim gibi, düştüm.”
“Sana bana bakmanı söyledim!” Sadece odama gidip dinlenmek istiyordum. Ama bunu yapmamı engellemek zorundaydı, değil mi? Saçımı çekerek morarmış yüzümü ortaya çıkardı.
“Sen. Bu morluk da neyin nesi? Hangi şerefsiz yaptı bunu? Kim bu…”
“Önemli bir şey değil.”
“Oh? Önemli değil mi? Bu nasıl önemli de-”
“Gerçekten bir şey yok. Ciddiyim! Önemli bir şey değil. Sana bir şey olmadığını söyledim!” Bağırdım ve elini üzerimden çektim. Aklımı kaçırmış olmalıydım. Babam ve büyük üvey ağabeyim bile bana kocaman gözlerle baktılar. Beni daha önce hiç kızgın ya da böyle davranırken görmemişlerdi. O anda hayatın bundan daha sefil olamayacağını düşündüm.
“Ne zamandan beri beni önemsiyorsun?” diye bağırdım. Ben spor salonunun deposunda dayak yerken onlar meyve yiyerek güzel vakit geçiriyorlardı. Ve bir de onlara asla katılamayan veya mutlu ailelerinin bir parçası olamayan ben vardım. Bu durum beni kıskandırmıştı.
“Lütfen beni yalnız bırak! Senden daha önce hiçbir şey istemedim. Hiçbir şey yapmadım, ama neden? Neden siz hep…” Her zaman ağlamanın mağlubiyet ve başarısızlık anlamına geldiğini düşünmüşümdür ama o anda kendimi durduramadım. Hıçkırıklarımın çıkardığı kısık sesler dışında oda sessizdi. O ana kadar tuttuğum tüm gözyaşlarım bir şelale gibi fışkırdı. Beni izleyenlerin nasıl baktıklarını bilmeden ya da umursamadan bir çocuk gibi ağladım.
Birkaç gün sonra, gözlerimdeki morluklar nihayet kaybolduğunda iki numaralı pislik yanıma geldi.
“Hepsini yakalayıp yarı ölü hale gelene kadar dövdüm.” Söze ‘merhaba’ bile demeden başladı. En belalı kabadayıların hepsinin aynı anda hastaneye kaldırıldığına dair bir söylenti okulda çoktan yayılmıştı.
“O şerefsizler seni ne kadar hor gördüler de sana bunu yapmaya cesaret ettiler?” diye mırıldandı. Ben sadece başımı salladım.
“Her neyse, böyle bir şey bir daha olmayacak. Bil diye söylüyorum.”
“Teşekkür ederim ağabey.” Dedim. Hiç de minnettar değildim. Teşekkür etmek yerine bunun onun hatası olduğunu haykırmak istedim. Kendi pisliğini temizlediği için neden ona teşekkür etmem gerekiyordu ki? Ondan sonra okulda daha da yalnız kaldım. Hiçbir şey düzelmedi. Aslında, zorbalar bana daha kötü davranıyordu.
Ben sadece gerçekten…
Gerçekten…
“…dediğin gibi, ama neden uyanmıyor?” Yüksek sesle bağırışlar duydum ama kim olduklarını ya da ne söylemeye çalıştıklarını anlayamadım. Başım ağrıyordu. Gözlerimi açmaya çalıştım ama kolay olmadı.
“…en azından bunu yap. Belli ki sen de o manyak Veliaht Prensle birliktesin!..”
“…Çok gürültü var.” Diye homurdandım. Ben konuştuktan hemen sonra biri yanıma geldi.
“Hey, uyandın mı?” Her şey bulanıktı. Kişinin yüzünü çok iyi göremiyordum. Ama tanıdık sesinden kim olduğunu hemen anlayabildim. O evdeki ikinci pislikti, benim küçük üvey ağabeyim.
“…Senden nefret ediyorum…” Daha önce söyleyemediğim kelimeleri zorla söyledim. “Ben… gerçekten… Senden çok nefret ediyorum. Senin benden nefret ettiğinden yüz kat, bin kat daha fazla nefret ediyorum… Senden dünyadaki herkesten daha fazla nefret ediyorum.” Gözlerimi kapatıp tekrar bilinçsizliğe daldım. Sonunda bu sözleri söylemek rahatlatıcıydı. Görmediğim şey, orada kaskatı duran pembe saçlı adamın titreyen masmavi gözleriydi.