Death Is The Only Ending For The Villain - Bölüm 17
~Death Is The Only Ending For A Villainess ~
17. Bölüm
“Eğer seni kesmediyse, boynundaki ne? O bir hayvan değil. Sırf canı sıkkın olduğu için kılıcını soylu bir hanıma, hem de Dükalığın bir üyesine nasıl doğrultabilir?” Dük, Veliaht Prensin davranışları karşısında öfkeyle bağırdı. Veliaht Prensin uzaklardan bir yerden ‘ne kadar gürültülü’ dediğini duyar gibiydim.
“A-Ama en başta onun sinirlerini bozan bendim.” Cevap verdim.
“İyi iş çıkardın.” Dük dedi ki.
“Efendim?” En basit deyimiyle kafam karışmıştı.
“Bunu Veliaht Prense karşı kullanabiliriz. Sana karşı uyguladığı şiddeti ileride bir iyilik için pazarlık kozu olarak kullanabiliriz. Eckart ailesi için değerli bir varlık haline geldin Penelope.” Her konuşmasında bir öncekinden daha şaşırtıcı bir şey söylüyordu… delirdiğimi düşünüyordum.
“Onu bir iki adım aşağı çekmemiz gerekiyordu. Bu velet bir savaş kahramanı olarak döndükten sonra fazla havalara girdi.” Dük kesin bir ifadeyle konuştu.
“B-baba, eğer biri duyarsa…” Telaşlanmıştım. Bu haince sözler bu odanın dışında duyulursa Eckart ailesini mahvedebilirdi. Kraliyet ailesine hakaret etmek önemsiz bir mesele değildi. Endişelerimi görmezden geldi ve kendinden emin bir şekilde devam etti.
“Eckart ailesinin soylulara ve kraliyet ailesine karşı tarafsız kaldığını bildiğinden eminim.”
“Evet, elbette.” Bundan hiç haberim yoktu!
“Doğrudan kraliyet soyundan gelse bile, arkasında destekçileri olmadan hayatta kalması veya tahta çıkması zor. İlk İmparatoriçe vefat ettiğinden beri Veliaht Prensi destekleyenlerin sayısı azaldı.” Yani şu anki İmparatoriçe Veliaht Prensin biyolojik annesi değildi.
“Ve Veliaht Prens savaş meydanındayken, İkinci Prensin annesi Kraliyet Sarayının neredeyse yarısının kontrolünü ele geçirdi. Bu noktada bir sonraki İmparatorun kim olacağını kimse bilmiyor.” Callisto’nun bu kadar karmaşık bir geçmişi olduğunu bilmiyordum. Bu lanet oyun sadece erkek karakterlerin kalbini fethetmeye odaklanmış ve bunun gibi önemli arka plan hikayeleri hakkında neredeyse hiçbir şey söylememişti!
Ziyafette kuduz bir köpek gibi davranmasına şaşmamalı! İlk başta İmparatoriçenin ya da İkinci Prensin, Veliaht Prensin peşine neden suikastçılar gönderdiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Olayları daha iyi anlamaya başlamıştım.
“Ortalık daha da karıştıkça insanların tarafsız kalması zorlaşacak. Bu olay bizim kullanabileceğimiz bir koz.” Dük memnuniyetle gülümsedi. Sözlerine şöyle devam etti: “Bu durumda iyi iş çıkardın. Ödüllendirilmelisin. Özellikle istediğiniz bir şey var mı?”
“Ödül mü?” Buraya cezalandırılmayı bekleyerek gelmiştim. Ödül aklımdan geçen en uzak şeydi. Oturdum ve boş boş baktım. Başını salladı.
“Kuyumcuları tekrar arayayım mı? Mevsimler değişiyor, belki de dolabını yenilemenin zamanı gelmiştir? Sıkıldığın elbiseleri atabilirsin.” Çenem düştü.
Bu ödül beklediğimden çok daha farklı bir boyuttaydı. ‘Ne talih kuşu ama.’ Diye düşündüm. Penelope’nin zaten o kadar çok mücevheri ve elbisesi vardı ki, daha fazlası gerçekten gereksiz olurdu. Bir an durdum ve ödül olarak ne istediğimi düşündüm; gerçekten bilmiyordum. Düşünceli bir şekilde cevap verdim.
“Ne istediğimi daha sonra, biraz düşündükten sonra sana bildireceğim.” Koltuktan kalktım ve ofisinden dışarı çıktım. Yumuşak bir tıkırtıyla ofis kapısını arkamdan kapattım. Gözümün önünde tanıdık beyaz bir kutu belirdi,
<SİSTEM> Dükalık üyeleriyle ilişkilerde gelişme! Şöhret puanlarınız +5 arttı. Toplam Puan: 5
“Hah,” diye alay ettim. Ne kadar saçma! Bunu hak etmek için ne yaptım ki?
Etrafımdaki insanlarla ilişkilerimi geliştirmeye çalışmadım. Tek yaptığım onları biraz tehdit etmek oldu, böylece bana tepeden bakarken hayatımı zorlaştırmaktan vazgeçeceklerdi. Veliaht Prens tarafından incitilmek gerçekten bu kadar büyük bir olay mıydı? Bu kadar çok şeyin böylesine beklenmedik şekillerde akması büyüleyiciydi, özellikle de Dük ile. Aslında kendimle biraz gurur duydum. İster ilgi ister şöhret olsun, itibar puanlarındaki artış her zaman iyi bir şey anlamına geliyordu.
Pekâlâ! Devam edelim.
***
“Leydim, dönmüşsünüz.” Odaya girdiğimde beni Emily karşıladı. Gönülsüzce başımı salladım ve aceleyle masama gittim. Sandalyeye oturdum, düşünmem gereken çok şey vardı, hem sadece ödülüm için ne istediğimi düşünmek de değildi.
“Şey… Leydim, bu…” Emily peşimden geldi. Ellerini uzattı.
“Bayıldığınız gün boynunuzda bu vardı. Büyük Genç Efendi bunu atmamı söyledi ama ben yıkadım ve her ihtimale karşı sakladım.”
“Ah… Bu.” Emily’nin bana uzattığı beyaz mendile baktım. Bu Vinter Belldandy’nin bana verdiği mendildi. Onu tamamen unutmuştum.
“Düşünceli davrandığın için teşekkür ederim, Emily.” Emily’ye iyi iş çıkardığı için iltifat ettim. Yüzü aydınlandı.
Bir zamanlar kana bulanmış olan mendil, tek bir leke bile kalmadan temiz ve beyaz bir şekilde yıkanmıştı. Onunla ne yapmam gerektiğini düşündüm. Saygımı göstermek için ona borcumu ödemeliydim, değil mi? Vinter’a bulaşmak istemiyordum ama görgü kuralları yine de kibar olmamı gerektiriyordu. Her iki durumda da erkek hedeflerden biri olduğu için büyük olasılıkla onunla tekrar, en azından bir kez daha karşılaşacaktım.
“Emily, baş kâhyaya yarın bir kuyumcu getirmesini söyleyebilir misin?”
“Kuyumcu mu?” Emily başını yana eğdi ve bir kez el çırptı. “Şölen için yeni aksesuarlar sipariş etmeyi mi planlıyorsun?
“Şölen mi?”
“Ülkenin doğuşunu kutlayan kuruluş şöleni! Önümüzdeki hafta yapılacak. Bu yılki şölenin, Ekselansları Veliaht Prensin savaştan dönmesi nedeniyle öncekinden daha görkemli olacağını söylüyorlar… ah!” Emily nefesini tuttup elini ağzına götürdü, hatasını çok geç fark etti.
“Veliaht Prensten bahsetme.” Sesim soğuktu. O manyak herifi düşünmekten bile bıkmıştım.
“Şimdi git ve baş kâhyaya haber ver.” Elimle Emily’ye doğru sinirli bir şekilde salladım.
“Evet! Hemen döneceğim!” Emily’nin ayrılmasıyla odaya sessizlik hâkim oldu. Tek parmağımla masaya vurdum, derin düşüncelere dalmıştım.
“Demek gelecek hafta şölen var, ha?”
Oyunda her bir hedef karakterin kilidi belirli bir sırayla açılıyordu, her biriyle belirli bir etkinlik sırasında tanışıyordunuz. Örneğin, Veliaht Prensin yolunu açmak için Reynold ve Derrick’in yollarındaki bazı bölümleri bitirmem gerekiyordu. Prensle tanıştıktan hemen sonra labirent bahçesinin kenarında Vinter ile karşılaşmak sürpriz oldu. Onunla zaten o gün ziyafette tanışacaktım, bu yüzden orijinal hikâyenin büyük bir kısmı değişmedi. Oyunu oynarken son erkek hedef olan Şövalye Eclise ile hiç karşılaşmadım. Onun tanıtımı Vinter’ınkinden sonra gerçekleşiyordu.
“Penelope şölen sırasında ne yapmıştı?” Eclise’in malikâneye getirildiği zaman şölen zamanıydı. Oyunun zor modunu oynarken Dükün son erkek hedefini malikaneye getirdiğine dair bir mesaj almıştım, ancak onunla hiç tanışamamıştım. Reynold veya Derrick ile birlikte ‘Hep Birlikte Şölen Günü’ bölümünü oynamakla uğraşıyordum.
Sadece o bölümü düşününce bile kanımın kaynadığını hissedebiliyordum. Şölene bakma şansım bile olmamıştı çünkü ölmekle çok meşguldüm. Sonunda kendimi burada buldum ve şölende ikisiyle de tek bir huzurlu randevum bile olmadı.
“Onu Dükten önce yakalamalıyım.” Bir çekmece açıp daha önce sakladığım kâğıt parçasını çıkardım. Veliaht Prensin ellerinde neredeyse ölmek üzereyken başarmaya kararlı olduğum bir şey vardı: Eğer ölmek artık bir seçenek değilse, o zaman bu lanet yerden kaçmak için ilk fırsatta bir sona ulaşmalı ve bir yol bitirmeliydim. Bunu yapmak için, en kolay erkek hedefin ilgisini artırmam gerekiyordu.
“Eclise.” Kâğıtta yazılı ismine bakarken gözlerim parladı.
“Seni seçiyorum.”
***
Sonraki günlerimi boş zamanlarımda malikâneyi keşfederek geçirdim. Eckart malikânesinin küçük bir kasaba büyüklüğünde olduğunu söylemek abartı olmazdı. Şövalyeler için bir eğitim alanı, kışlaları, küçük bir orman, geniş çim alanlar ve güzelce düzenlenmiş bir bahçe vardı. ‘Buralarda bir yerde bir kaçış deliği olmalı.’ Diye düşündüm. Şölene gitmek istiyorsam malikâneden çıkmanın gizli bir yolunu bulmalıydım. Arazi çok geniş olduğu için bu kolay değildi. Bir gün, yine kaçış deliği bulamadıktan sonra dinlenmek için bahçelere doğru ağır ağır yürüyordum. Emily’yi biraz atıştırmalık ve çay tepsisi getirmesi için gönderdim. Beklerken kitap okumak için büyük bir ağacın altına oturdum. Hikâye doruk noktasına ulaşmıştı ki arkamdan bir hışırtı duydum.
“Emily, bana bir kitap ayracı verir misin?” diye sordum kafamı kaldırmadan, okuduğum bölümün sonuna yaklaşmıştım. Elimi Emily’nin durması gereken yere doğru uzattım. Cevap gelmedi.
“Emily?” Sayfamı bitirip kitabı kapattım. Başımı çevirdim, Emily değildi.
“Sen… daha iyi misin?” Derrick yanımda duruyordu, elinde atıştırmalıklarla dolu bir tepsi tutuyordu.
Başının üzerinde [İlgi 8%] asılı duruyordu.
“Ahh…” Başının üzerindeki beğeni göstergesine bakarken aptalca bir ses çıkardım. Onu en son gördüğümde, birkaç gün önce %6’ydı. Bu oranın yükselmesine neyin sebep olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çiçek kokulu serin bir esinti ikimizin yanından geçti. Saçlarım yüzümün önünde dalgalanarak bir an için görüşümü engelledi. Dikkatimin dağılması beni kendime getirdi. Aptalca ona baktığımı fark ettim ve ayağa kalkıp onu selamlamak için hareket ettim. Derrick, selamımı vermeden beni durdurdu.
“Hayır. Kalkmana gerek yok.” Dedi.
“Sorun değil. Zaten şimdi içeri dönmek üzereydim.”
“Atıştırmalıkları istemedin mi öyleyse?” diye sordu. Kaşlarımı çatarak elindeki tepsiye baktım. Neden o olmak zorundaydı ki?
“Emily senden onları getirmeni mi istedi?” diye sordum.
“Hayır. Seninle konuşmam gereken bir şey olduğu için getireceğimi söyledim.”
“Benimle mi?” Penelope’den bu kadar nefret eden birinin benimle ne işi olabilirdi ki? Büyük olasılıkla ne hakkında konuşmak istediğini anladığımda merakım kısa sürdü.
“…sarayda olanlar yüzünden mi?” Çekinerek sordum. Her ne kadar Dük bu olayın peşini bırakmış ve hatta bana bir ödül vermiş olsa da Derrick’in bu kadar affedici olmayacağı kesindi. İçimi çekip bundan sonra söyleyeceğim kelimeleri dikkatle seçtim. Bunun Dükten dilemeyi planladığım özrün bir devamı olduğunu düşündüm.
“O gün benim yüzümden telaşlandığına eminim. Hatta yaygara çıkarmamam için beni uyarmıştın. Özür dilerim, Genç Efendi.” Kelimeler robot gibi çıkmıştı. “Babamla konuştum ve ona kendimi göz hapsine alacağımı, malikane sınırları içinde kalacağımı söyledim. Eğer daha ağır bir cezayı hak ettiğimi düşünüyorsan…”
“Hayır…” Daha fazlasını söylememi engelledi. “Söyleyeceğim şey bu değildi.” Başımı kaldırıp ona baktığımda suratını belli belirsiz astığını gördüm.