Death Is The Only Ending For The Villain - Bölüm 27
~Death Is The Only Ending For A Villainess ~
- Bölüm
Odadaki hava aniden buz gibi soğudu. Malikânede Veliaht Prens’ten bahsetmek bile yasak sayılırdı. Tüyler ürpertici kırmızı gözlerinin her an boğazımı kesebileceğini hatırlatırcasına parıldamalarını anımsadım. Yaram iyileşmişti ve bandajları uzun zaman önce çıkarmıştım ama onu düşünmek bile boynumun yeniden zonklamasına neden oluyordu. Saraydan gelen bir daveti sonuçlarına katlanmadan görmezden gelemezdim.
Ellerim titredi. Ellerimi sıkıca kavradım ve “Babam… bu konuda ne dedi?” diye sordum.
“Şey…” genellikle hemen cevap veren kâhya tereddüt eder gibiydi. “Davet sadece sizin içindi leydim… Dük’ün henüz bundan haberi yok.”
“Onun bunun çocu–” Yumruğumu masaya vurdum, duygularımı daha fazla kontrol edemeyerek ayağa fırladım.
“L-Leydim!”
Hem kâhya hem de Emily dehşet içinde bana baktılar. Ancak ben onlara aldırmıyordum.
Kafayı yemiş bu adam! Veliaht Prens şu anda gerçek oyunda olduğundan daha kötü!
O manyak beni unutmamış. Aslında, bunu bilerek yaptığından emindim. İkinci Prens’in doğum günü partisinden beri saraya uğramamıştım, bu yüzden şimdi beni ortaya çıkarıp öldürmeye karar vermiş.
“Ama bir dahaki karşılaşmamızda bana neden, nasıl ve ne zaman âşık olmaya başladığını detaylı bir şekilde anlatman gerekecek.”
Uğursuz sözleri zihnimde tekrarlanırken ürperdim.
Daha önce oynadığımda böyle bir şey olmamıştı, pislik oyun! Oyunun orijinal hikâyesini hatırlamaya çalışarak odaklandım. Fakat, hatırladıklarımın güvenilir olduğundan emin olamıyordum. Oyunu oynarken Penelope’yi labirent bahçesinden canlı çıkarmayı hiç başaramamıştım.
“D-davetiye konusunda ne yapmamı istersiniz, Leydim?” diye sordu kâhya ihtiyatla, öfkeyle buruşmuş yüz ifademi görünce.
“Ha… Başka ne seçeneğim var ki?” Koyu pembe saçlarımı bir kenara iterek derin bir nefes verdim.
“Hastayım,” dedim. Bir kez daha yerime oturup dramatik bir şekilde geriye doğru uzandım. Vücudumun sandalyeyi yumuşatmasına izin vererek, aniden bayılmışım gibi gevşedim.
“Çok ateşim var kâhya,” dedim usulca, gözlerim yarı kapalı bir şekilde. Kâhya bir an şaşırdı ama kısa sürede anladı.
“Ah, Leydim. Çok hastasınız. Vah vah, ne kadar korkunç. Üşüttünüz, değil mi?” diye sordu, Eckhart Malikânesi’nde on yıllardır çalışmanın ona öğrettiği becerikliliği göstererek.
“Yaralanmamın neden olduğu demir zehirlenmesinden hâlâ mustarip olduğumu Prens’e bildirsek iyi olur sanırım.”
“Anlaşıldı leydim,” dedi uşak derin bir selam verip aceleyle odadan çıkarken.
İçimi çektim. Başımdaki çarpıntıyı hafifletmek umuduyla bir elimi alnıma bastırdım. Emily endişeyle:
“Leydim. İyi misiniz? Doktora ihtiyacınız olduğunu Dük’e bildireyim mi?”
“Hayır, buna gerek yok–” diye cevap verdim refleks olarak, ama sonra aklıma daha iyisi geldi. “Aslında, evet. Bir doktor çağır lütfen.”
Odamda biraz daha kalabilmek için hastalığımın malikânede herkes tarafından bilinmesini sağlayabilirdim.
Bırakın yatağımı, bir süre malikâneden bile ayrılmayacağım.
Veliaht Prens beni tamamen unutana kadar beklerdim.
***
Ben odamda kalmaya devam ederken Emily talimatlarımı mükemmel bir şekilde yerine getirdi. Mücevhercinin kol düğmelerini zamanında bitirmiş olmasına sevinmiştim. Festival tüm hızıyla devam ettiği için kimse Emily’nin malikâneden tuhaf işler için ayrılmasını yadırgamadı.
Emily, “Başta hepsi isteksiz görünüyordu ama mücevherleri getirdiğimde fikirleri değişti,” diye rapor verdi.
Son iki gün içinde dört enformasyon istihbarat loncasının kuruluşlarını ziyaret etmişti. Tavşan maskeli tek bir adam dışında çalışanı olmayan garip bir yerden bahsedinceye kadar söylediklerinin çoğuna dikkat etmedim.
Güzel. Yemi yuttu.
Tarif Winter hakkında oyundan bildiklerimle uyuşuyordu. Emily’nin beni bulduklarıyla eğlendirmeye devam etmesini engellemek için elimi kaldırdım.
“İyi iş, Emily. Yağmura rağmen kolay olmamıştır. Odana dönüp dinlenebilirsin.”
“Tamam, akşam yemeği saatinde dönerim,” dedi Emily heyecanla, sırılsıklam olmuş kıyafetleri ve saçlarından rahatsız olmadan. Neyse ki dışarıda koştururken üşütmüş gibi görünmüyordu.
Kapı arkasından tıkırdayarak kapandı ve oda yeniden sessizliğe büründü. Döndüm ve büyük pencereden dışarı baktım. Birkaç gün önceki güzel hava gitmiş, dış dünya kasvetli bir griyle kaplanmıştı.
“Neden bütün gün böyle yağmur yağıyor?”
Çenemi elimin üstüne alıp pencereden dışarı bakıyor ve çiseleyen yağmuru izliyordum. Yağmurlu günlerden nefret ederdim çünkü her zaman saklamak istediğim şeyleri ortaya çıkarırlardı. Çocukken, okuldan sonra çocuklarını almak için şemsiyeyle gelen annelerie sahip olan çocuklara imrenirdim. Oyun alanında şemsiyesiz yürüdüğümde, “Annen nerede?” masum bir soruydu ama beni hep mutsuz ve utanmış hissettirirdi.
Bu çocuksu duygular büyüdüğümde bile pek değişmemişti. Çocuklar üçerli ya da daha fazla gruplar halinde ayrılır, şemsiye getirme öngörüsüne sahip olanlara yapışırlardı. Bir de ağabeyim vardı…
“Genç Efendi! Buraya, çabuk!”
“Lanet olsun, bugün yağmur yağmaması gerekiyordu. Şimdi sırılsıklam oldum. Acele et de beni eve götür, Sekreter Kim.”
“Peki ya kız kardeşiniz?”
“Ne olmuş ona? Bir şekilde evin yolunu bulur. Çabuk ol!”
Araba uzaklaşmıştı ve ben boş okul arazisinde tek başıma kalmıştım.
“Çok yazık,” diye mırıldandım, aklıma gelmeyen bir şey kaşlarımı çatmama neden oldu. Aniden çöken hüznü kovmaya çalışarak başımı salladım. “Öylece oturup yağmuru izleyecek durumda değilim.”
Aniden ayağa kalktım. Bu lanet olası oyundan bir an önce çıkmak için elimden geleni yapmalıydım. Elimde şemsiyeyle odamdan gizlice çıktım.
Etraf kalın bir sis tabakasıyla kaplıydı ve tamamen sessizdi. Sürekli yağan yağmur yüzünden kimse dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu. Yavaşça bahçeye doğru ilerledim. Dışarıya bir şeylerle meşgul olmak için çıkmıştım ama malikâneyi geride bıraktığım için yapacak bir şey düşünemiyordum.
Ayaklarım beni arazinin tenha bir yerine, Dük’ün oğullarının beni bulma ihtimalinin düşük olduğu bir yere götürdü. Düşüncelere dalmış bir halde çamurlu patikada yürürken adımlarım yumuşak bir ses çıkarıyordu. Sonunda kendimi dalgınlığımdan kurtararak etrafıma dikkatlice baktım ve tanıdık olduğunu fark ettim.
“Burası…”
Kendimi idman alanına giden ağaçlık patikada bulmuştum. Duvarda bir boşluk bulmak için günlerce malikânenin çevresini araştırmıştım, yani sonuç olarak malikânenin neresinde olduğumu bir bakışta anlayabiliyordum.
“Burada Reynold’la karşılaşabilirim,” diye mırıldandım, tereddüt ederek.
İdmandan dönerken onunla bu yolda bir kez karşılaşmıştım. Sadece Reynold değil, Derrick’le de karşılaşma ihtimalim vardı.
“Lanet olsun!”
Çok ileri gitmiştim. Başımı sallayarak etrafımda döndüm. Üretken bir şeyler yapmak istiyordum ama bu ikisini de görmek istediğim anlamına gelmiyordu. Yalnız kalmaları daha iyiydi, çünkü sevgi puanları sadece beni görmediklerinde artıyor gibiydi.
Yumuşak bir ıslık sesi duyduğumda malikâneye geri dönüyordum. Havada sallanan bir kılıcın sesiydi bu.
Birileri bu yağmurda antrenman mı yapıyor?
Son zamanlarda şövalyelerin çok daha sıkı bir idmandan geçirildiğini defalarca duymuştum ve bu beni biraz rahatsız etmişti. Şövalyeler aptal değildi. Kişisel muhafızım olması için eve yabancı bir köle getirdiğimi ve bunun da hayatlarını çok daha çekilmez hale getirdiğini bilirlerdi.
Yavaşça yürümeye devam ettim. Açıkçası, şövalyelerin şimdi benim hakkımda ne düşündüklerini merak ediyordum.
Acaba her gece yataklarında yatarken bana lanet okuyorlar mıdır?
Pek de umurumda değildi. Nefret ettikleri Penelope’ydi, ben değil.
Sanırım Eckles’ın idman alan şövalyelerden biri olup olmadığını kontrol etmeliyim.
Ancak idman alanına vardığımda, kenarda tahta bir kılıç sallayan tek bir kişi dışında etrafta kimse yoktu. Sırılsıklam gri-kahverengi saçları neredeyse gökyüzündeki yağmur bulutlarının rengiyle eşleştiği için ilk başta onu göremedim. Beni fark etmemesi için sessizce ve yavaşça hareket ettim. Yaklaştıkça onu daha net görebiliyordum.
Gömleğini çıkarmıştı ve kılıcını hem yukarı hem de aşağı doğru defalarca savuruyordu. Sırtı ve omuzları, her hareketiyle yerinden oynayan kaslarla doluydu. Ayrıca derin yara izleriyle kaplıydı. Acıma duygusu uyandırmak yerine onu vahşi gösteriyorlardı.
Üşüyor olmalı.
İdmanına o kadar odaklanmıştı ki yaklaştığımı fark etmedi. Sonunda tepki verdiğinde tam arkasındaydım. Bir hava akımıyla yıldırım hızıyla döndü. Kılıcın önünde havanın yarıldığını duydum ve gözümü kırpıştırarak boynuma dayanmış tahta bir kılıç olduğunu fark ettim. Eckles bana bakarken nefes nefese kalmış, omuzları çökmüştü.
Bakışlarından yayılan düşmanlığı görünce kolumdaki tüyler diken diken oldu. Basit idman rutini onun hızlı refleksleriyle uyuşmuyordu. Beni tanıdıkça gözlerindeki zehir azaldı ve yerini yavaş yavaş şaşkınlığa bıraktı. Kılıcını doğrulttuğu kişinin kim olduğunu anladığında Eckles’ın yüzü düştü.
“H-hanımım.”
Sesi titrediğine göre çok şaşırmış olmalıydı. Bana döndüğünden beri nefes almadığımı fark ettim. Dudaklarım titriyordu, sonunda tuttuğum nefesi bıraktım.
“Yağ…” Hâlâ boynumda duran tahta kılıca rağmen endişesiz ve korkusuz görünmek için elimden geleni yaparak söyledim. “Yağmur yağıyor, Eckles.”
Fırtına grisi gözleri bana bakarken parıldadı ve başının üzerindeki harflerin parıldadığını fark ettim.
[Sevgi Puanı %23]
Çevirmen Notu: Merhaba arkadaşlar. Novel çevirisinde kaynak değişikliğine gittim, isimler değişiklik gösterebilir. Anlayışınız için teşekkürler.
Çevirmen: Crescent