Death Is The Only Ending For The Villain - Bölüm 4
“Orada birisi var mı? Kahya nerede?!” genç adam kapıya doğru bağırdı.
Çok geçmeden yanında bir sürü hizmetkârla birlikte kâhya kapıdan fırlayarak geldi.
“Genç efendi! Sorun nedir?” diye sordu kâhya.
“O şıllık!” hizmetçiyi işaret etti, “Onu götürüp hücreye at.”
“G-genç efendi! Özür dilerim! Genç efendi! Genç efendi!” Bu sabahtan beri bana işkence eden hizmetçi, odadan sürüklenirken bağırıyordu. Pembe saçlı adamın tek bir kafa hareketiyle hizmetçi gitmişti.
Kargaşa boyunca hiçbir şey yapamadım. Kendi vücudumun sözde kahvaltımı reddetmesiyle meşguldüm. Zayıf bir şekilde sandalyeye yaslandım, elim hala ağzımı kapatıyordu. Pembe saçlı adam bir elini bana uzattı, hafifçe omuzlarımı kavradı. Bu nazik hareket beklenmedikti.
“Hey. İyi misin?” diye sordu.
Ona cevap veremedim.
“Hem neden orada öylece oturup o iğrenç şeyi yedin ki? Bağırıp çağırıp masayı devirseydin veya her zamanki gibi yaygara koparsaydın.” Ya benimle kavga etmek istiyor ya da gerçekten beni avutmaya çalışıyor. Karakteri tıpkı oyundaki gibiydi.
Yemeseydim, senin yüzünden boğazıma çatal saplanacaktı. Aklımdan bunlar geçiyordu. Canım sıkılmıştı. Ona çok fena karşılık vermek istiyordum ama şu kör olasıca seçenekler olmadan hiçbir şey söyleyemiyordum.
Hah… bitti artık, değil mi? Umulmadık bir yardım sayesinde hizmetçiyle olan savaşı kazanabilmiştim… minnettar falan değildim ama. Dük ailesinin üyeleri, bu şerefsiz de dahil, durumu öylece görmezden gelmeseydi böyle bir şey daha en başta gerçekleşmezdi. Ve kötü kadına zorbalık eden tek hizmetçi bu değildi. Bu özel hizmetçi, buzdağının sadece görünen kısmıydı. Malikanedeki herkes muhtemelen kötü kadını istismar ediyordu. Hiç kimse ondan hoşlanmıyordu. O şerefsiz, kötü kadının perişan olduğunu gördükten sonra bile yıllar geçtikçe ona yapılan zorbalıkları yok saydı. Yalnızca kısa bir süre önce uyandığım halde. Şimdiden aşırı yorgun hissediyordum.
“Hey. Cidden rahatsız görünüyorsun. Doktor falan çağırayım mı?” kelimeler gönülsüzce çıkmıştı.
Genç adam ona cevap vermediğimden canı sıkılmış görünüyordu. Ama yüzümü incelemek için eğildiğini ve ellerinin nazikçe benimkileri tuttuğunu görünce, neredeyse benim için hakikaten endişelenmiş gibi duruyordu. Tam o anda bir kez daha gözümün önünde beyaz bir konuşma balonu belirdi.
1 – Zahmet etme
2 – Niye umurunda ki? Defol git odamdan!
3 -bKibar ayağına yatma. Bu iğrenç.
Böyle bir durumda bile yaşayabilmek için yürekten bir karar daha vermem ne kadar korkunçtu. Yazarların çok düşünüp taşındığı üç manyak seçeneğin içinden en az saldırgan olanı seçtim.
“Zahmet etme.” Ağzım kendi kendine hareket etti. Sözler ağzımdan zayıf çıktı. Replik hislerimle örtüşüyordu. Bunu tüm samimiyetimle söylüyordum ama hala “kahvaltıyı” içimde tutmaya çalışıyordum.
“Sen…”
Sözlerimin ardındaki anlamı anladığında pembe saçlı adamın kaşları çatıldı ama sadece bir anlığınaydı. Ona tekrar kısa bir baktım. Hiç olmadığı kadar soğuk ve duygusuzdu. Tüylerimi diken diken ediyordu. Yine de belki hayal görüyorumdur, bir şeyleri dikkatlice gözlemlemek için en iyi halimde değildim.
“Sen… evet. Bir dilenci gibi sana verilen her şeyi yiyip hasta olman beni ilgilendirmiyor.” Bir dakika öncesine kadar durumumu kontrol etmek için dibime giren adam şimdi acımasızca konuşuyordu.
“Zaten bu malikanede sana vaktini harcayacak hekim yok. İstediğini ye de öl. Kim takar?” pembe saçlı adam gitmek için döndü. Kafasının üstünde bir şey parladı:
[İlgi %-3]
İlgisi artmıştı. Dün %-10’du. Zor modda ilginin artmasının ne kadar zor olduğunu düşününce yüzde yedilik artış büyük bir miktardı. Bu ilgi artışıyla bile mutlu değildim. Negatif bir ilgi yine de negatiftir. Bir yanlış hamle hala ölüm demek. Eğer ilgisinin bu kadar artacağını bilseydim, ilk bölümü bitirirdim diye düşündüm. Tekrar banyoya çekildim. Midemi boşattıktan sonra kalktım ve lavaboda ağzımı çalkaladım. Aynada bana doğru bakan solgun, güzel bir kadın gördüm.
“Penelope.” Aynadaki kız aynı anda ismimi söyledi. Az önce cidden konuşmak istediğimde kelimeler çıkmıyordu, yalnız kaldığımda ise kolayca çıkıverdi. Aynadaki kızın zümrüt gibi parıldayan turkuaz gözleri vardı. Koyu açelya pembesi saçları omuzlarından ve sırtından çağlayarak dökülüyordu; her hareket edişimle saçlar büyük bir özenle salınıyordu. Gerçekten güzel bir kadındı. Ama ne kadar bakarsam bakayım, o ben değildim. O benim yüzüm değildi.
“Penelope Eckart. Eckart… Ha.” Eckart… Inka İmparatorluğundaki tek dükal ailesinin soyadı.
Bu bölüm boyunca çok fazla ölmüştüm. Esasen oyunun zor modunun başlangıcıydı. Karakterin kişiliğine en uygun olan repliği seçtiğim için ölüyordum. Penelope ehlikeyifti, bu yüzden ehlikeyif replikler seçiyordum. Bu bölümde ilk ölüşümden sonra defalarca denediğim için ballıydım.
Denemeseydim… birkaç dakika önce olacakların düşüncesiyle uzun, derin bir iç çektim. Dikkatimi yeniden aynaya yönelttim.
“Hımm… güzel. Çok ama çok güzel. En azından giderim var.” Penelope’nin çizimlerden güzel olduğunu düşünüyordum ama şimdi yüzünü bizzat görebiliyordum, sahip olduğu güzelliğin gerçek dünyada var olunabilecek bir güzellik olmadığını fark ettim.
Eğer bu, babamın evini terk etmeden başıma gelseydi muhtemelen heyecanlanırdım ve hatta Tanrı’nın bana acıyıp onun bir hediyesi olduğunu düşünerek bu akla hayale sığmaz durumu seve seve kabullenirdim. O kahrolası eve tahammül etmiştim. Sonunda kaçmayı başarmıştım. Tüm dünyada bilinen meşhur bir üniversiteye kabul edilmiştim. Küçük ve pis olsa da nihayet dinlenebileceğim kendi evim olmuştu. Hayatımdaki her şey harika gidiyordu ve pas parlak geleceğe doğru beni daha da yakınlaştırıyordu.
Ama şimdi kendimi, her küçük hatada ani ölüm anlamına gelen Penelope’nin hayatını yaşarken buldum. Bu daha iyisi değildi. Çok daha kötüsüydü. Verdiğim her kararın bir çiçek yolunda yürümek gibi olduğu normal modun kahramanı olsaydım, belki o kadar da kötü olmazdı?
“Ama niye? Niye be?!” Özellikle kimseden istemedim. O berbat evden kaçmayı başaran benim başıma niye bunlar geldi? Hiç adil değildi. Ellerimi lavaboya çarptım. Bu kızın güzel yüzü, aynada yürek parçalayıcı bir ifadeyi yansıtıyordu. Üzgün olmaktan çok öfkeli durması onu kesinlikle oyundaki en büyük kötü kadın gibi gösteriyordu.
“Hah…” derinden bir iç çektim ve elimi yüzümden çekip saçlarımın arasından geçirdim.
Aklıma gelmişken, Penelope oyunda nasıl tasvir edilmişti?
[İmparatorluktaki tek dükal ailesinin leydisi olsa da aslında bir soyadı bile olmayan halktan birisiydi. Fakir bir gezici tüccar olan annesini on iki yaşındayken bir hastalıktan kaybettikten sonra Eckart hanesi, kayıp Leydi Yvonne’a görünüş olarak benzediği için onu evlat edindi.]
Dükal hanesinin leydisi olabilmesinin tek bir nedeni vardı. Dükün kayıp kızına olan benzerliği sayesindeydi; merhum Düşesin pembe saçları ve Eckart ailesinin mavi gözleri. Bu bana, kısa bir süre önce burada olan Dükün ikinci oğlunu düşündürdü. Saçları pembenin narin bir tonuydu, bir gül veya pamuk şeker gibi. Aynadaki kadının saçı pembeden daha çok koyu eflatundu. Gözleri, dükal ailesinin diğer üyelerinin okyanus mavisi gözünden açıkça farklı olan turkuaz rengindeydi.
“Gerçek kızını aramaya devam etseydi keşke. Neden önüne gelen bir çocuğu evlat edinmek zorundaydı ki?” Penelope büyüdükçe Dükün kızına olan benzerliği daha da az bir hale geldi. Dük kısa bir süre sonra ona karşı ilgisini kaybetti ve onu görmek için çaba göstermedi. Dükün ilgisi zayıfladıkça iki üvey kardeşinin ve malikane çalışanlarının kötü davranışları arttı.
“Kendi hayatıma o kadar benziyor ki bu çok acayip geliyor…”
Penelope’nin hayatı ve gördüğü muamele benimkine aşırı benziyordu. Oyunu oynadığımda hiç fark etmemiştim. Bu farkındalık canımı sıkmıştı.
Sahte Leydi
Malikanedeki her çalışan Penelope’ye sahte diyordu. Nefes kesici bir güzelliği olmasına rağmen, insanların gözünde buraya ait olmayan kötü bir taklitti. Belki insanlara karşı sevimli davranırsa hikâyenin akışı değişirdi? Ama kişiliği kötüydü ve dükal ailesiyle olan bağları yalnızca görünüşü nedeniyle tesadüfiydi.
Hikâyenin giriş kısmını tekrar düşündüm. Bu, Penelope’nin sanki diken üstündeymiş gibi insanlara karşı tetikte olmasını açıklıyordu. Yer veya durum fark etmeksizin nereye giderse gitsin sürekli sorun çıkartıyordu. Replik seçimlerinin resmen kavga çıkarmak için tüm gücüyle çabalama sebebini merak ediyordum. Kafamı salladım, seçimlerin neden bu kadar manyakça olduğunu sonunda anlıyordum.
Penelope, Eckart adı nedeniyle güçlü görünüyordu. Normal moddaki saf kadın karakterin aksine, zekiydi ve tuttuğunu koparırdı. Penelope’yi bir nevi anlıyordum. Buraya gelişimin üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen, Penelope’nin ne tarz bir hayat yaşadığını çok net bir şekilde gözümde canlandırabiliyordum. Zorlama bir taklit olsa bile, birazcık aklı olan Dükün resmi olarak evlat edindiği bir çocuğa iğne batırarak ya da ona bu şekilde bozuk yemek yedirterek eziyet etmeye çalışmazdı. Bir hizmetçi bunu başka hizmetçiye bile yapmaz be!
Dükal ailesi onu evlat edindiğinde Penelope daha on iki yaşındaydı. O günden itibaren kötü davranışlara maruz kaldıysa… düşüncesi bile içimi ürpertti. Ne kadar bağırırsa bağırsın kimse dinlemezse bir çocuğun yapabileceği pek bir şey yoktur. Bunca zaman suistimal edildiği gerçeğini hiçbir şey değiştiremez, ta bugüne kadar. Hiç kimse Penelope’ye bir merhamet kırıntısı bile göstermedi ve bu onu içten yiyip bitirdi. Onun kötü kadın olduğunu haklı çıkarmanın yolu bu mu? Ona çok üzülüyorum. Kafamı kaldırdım ve Penelope’nin yumuşak yanağını okşadım. Aynadaki kadın çok kederli görünüyordu. Öyle olsa bile, ona acıma duygularımı bir kenara ittim. Başkasına acımanın sırası değildi.
Artık Penelope bendim. Tıpkı oyundaki Penelope gibi, ana erkek karakterler tarafından her an öldürülebilirdim. Bu gerçeği anımsadığım an omurgamdan aşağı bir ürperti geçti.
ÇEVİRMEN: CRESCENT